Unutulmaya Yüz Tutmus Bir Süper Kahraman

0 Posted by - 07 Temmuz 2013 - Ana Sayfa, Deneme

“2011 yılında yazmaya başladığım ve bir süre sonra yarım bıraktığım(çoğu şey gibi), ‘Fütüristik Otobiyografi’ diye adlandırdığım denemem”

Pazartesi

 

Adını bile bilmediğim bir Anadolu kasabasındaki izbe bir benzincide durmuş, artık bir hurdayı anımsatan arabamın içinde son sigaramı içiyorum. Bu yolculukta belki de benden bile fazla yorulan arabam son demlerini yaşıyor. Yakında motorundan gelen ses susacak ve uzun zamandır kulaklarıma yerleşmiş o kendine has sesi son bulacak. Bunu biliyorum.

Terk edilmiş bir yer burası. İki adet pompadan oluşan bir benzin istasyonu. Yol kenarında hemen, her istasyonun olması gerektiği gibi. Etrafı ise sonsuz tarlalar ile çevrilmiş. Son bir kaç saat içinde dört tane kamyondan başka hiç bir vasıtanın geçmediği, geçse bile durmadığı bu yolda ufak bir benzinci. Ne kadar garip! İçeride çalışan birilerinin olduğundan bile şüpheliyim. Sadece göstermelik bir tesis sanki.

Arabamın içinde sigaramın dumanını içime çekiyorum dalgın gözler ile. Bir ara dikiz aynasına takılıyorlar, aynadan kendime bakıyorumda saçım sakalım birbirine karışmış. Bu yolculuktan önceki ben gitmiş, yerine daha zayıf, gözlerindeki endişeleri ve pişmanlıkları daha artmış, yüzü tanınmayan biri gelmiş sanki. İnsanın gördüğünde huzurunu kaçıran bir çehreye sahibim artık. Ben bile bu görüntüye dayanamıyorum. İşte bu yüzden sokakta suratıma cüzzamlıymışım edasıyla bakan insanlara kızmıyorum. O kadar uzun zamandır yollardayım ki, bu yolculuk o kadar uzun sürdü ki, en son ne zaman tıraş olduğumu bile hatırlamıyorum. Aslında bu kadar uzun süreceğini ben bile tahmin etmemiştim..

Gözlerimin altındaki torbalar uykusuz gecelerimden kaldı bana, yüzümdeki kırışıklıklar ise artık yaşlandığımı söylüyor, saçlarımdaki beyazlardan bahsetmesem bile olur. Ve dudaklarım. Dudaklarım senin ismini tekrarlamaktan kurumuş çöller gibi, çatlamış. Gözlerim ise, -o senin çok sevdiğin gözlerim- artık rüyalarımda bile bana eşlik etmediğin uykulara küskün ve yorgun bakıyor. Artık onları sevmeyeceğin çok açık. Nicedir yüzüme bakan yok. Zaten kimsenin de bakmasını istemiyorum. Yüzüme çevrilen her göz beni suçlar gibi bakıyor sanki bana. Konuşmasalar da bakışlarından bunu anlayabiliyorum.Tüm bu olanlar yüzünden kimseyi suçlamıyorum. Bu yolculuğun ya da -senin deyişinle- kaçışımın, bana ne kadar çok şeyler kattığını görebilsen şaşırırsın. Ya da benden neleri alıp götürdüğünü. Ama sanırım şu an bulunduğum noktada bu pekte mantıklı durmuyor.

 “Bazı insanlar cehennemini bu Dünya’da yaşar”.

Nerede okuduğumu ya da hangi filmden aklımda kaldığını bilmiyorum ama sanırım benim hayatımı bu cümle net bir biçimde özetliyor. Yani tam anlamıyla olmasa bile son bir kaç yılım için bunu kullanabilirim.

İşlediğim günahların, yaptığım sayısız hatanın, yanlışların, kırdığım onlarca kalbin ve en önemlisi sana yaptıklarımın bedelini bütün hayatımla ödediğimi düşünüyor ve hala da ödemeye devam ediyorum. Belki yine sen, benim o karamsar düşüncelere kapıldığımı, gene kendimi üzmek, mutlu etmemek ve yaralamak adına yazdığım o sayısız senaryolardan birini yaşadığımı düşüneceksin. Ya da üstesinden kalkmayı beceremediğim sorunlar ile karşılaştığım zamanlar yaptığım gibi kendimi acındırarak bana yardım edebilecek birilerini bulmayı hedeflediğimi düşünebilirsin. Oysa öyle durumlarda bana yardım eden kişi sendin ve şu an en son çağırabileceğim kişisin. Bu seferki ne senaryo ne de başka bir şey. Bu seferki gerçek…

İki yılı aşkın bir süredir yollardayım. Bir yere gitmeye çalıştığım yok. Bir yere de gidemedim zaten. Ne kadar uzakta olursam olayım, buralara hiç ait hissedemedim kendimi. Ben uzaklaştıkça ait olduğum yer arkamdan daha yüksek ses ile beni çağırıyordu. Aslına bakarsan senin deyişinle bu kaçma planı çocukluğumdan beri aklımdaydı, ne zaman kırılsa ümitlerim, hayallerimin gerçeklerle olan mesafesinin farkına varsam, hep kaçmak istedim. Çünkü ben hiç bir zaman senin gösterdiğin metaneti gösteremedim, senin kadar güçlü olamadım. Evet, ben zayıftım. Evimi, işimi, arkadaşlarımı, elimde kalan son şeyleri de bırakıp bu garip yolculuğa çıktım. Ama inan bu seferki zayıflıktan ya da korktuğumdan değildi. Hayatımda ilk defa bir şey için kendim bedel ödemek istedim. Sana yaptıklarım, seni uzun yıllar boyunca üzdüğüm, kırdığım, paramparça ettiğim, birleştirdiğim ve tekrar tekrar kırdığım için o çok sevdiğim İstanbul’u bırakıp bu kurak topraklara geldim. -Bende artık kurak değil miyim?- Artık elimden seni düşünmekten başka hiç bir şey gelmiyor. Onu da çok iyi yapabildiğimi zannetmiyorum. Eğer seni sevmeyi, düşünmeyi becerebilseydim, şu an birbirimize bu kadar uzak olmayacaktık. Sen orada, bende bu yerlerde olmayacaktım. Para kazanmak için köylerde ve kasabalarda yaptığım o ufak ayak işlerini saymazsak yıllardır yaptığım hiç bir şey yok..

  “Zirveye çıkmak değil, orada kalabilmek önemlidir”

Benim orada kalamadığım aşikar. Süreklilik ile bir sorunum olduğunu benden daha fazla bildiğine eminim. Sonucu ne olursa olsun, ben aynı doğrultuda asla ilerleyemedim. Bu büyük başarılar ya da büyük hatalar da olsa. Evet, o bahsettiğim noktaya bir dönem çıktım. O kimilerine göre mükemmel olan yükseklikten aşağı baktım bir süre. Ama o tüm dostlukları ele geçirmiş, Dünya üzerindeki tüm felsefeleri bile değiştirmiş, şu an benim için değersiz fakat o zaman için en önemli şey olan o kâğıt parçası, beni de değiştirdi. Ben bulunduğum yükseklikte paranın verdiği güçle yavaş yavaş boğuldum. Belli etmeden, sinsice ya da çok belli ederek sahip olduğum her şeyi benden aldı. Önce beni benden aldı, kendimden geçtim ve düşmeye başladım.

Ve insan belli bir noktadan daha aşağı bir noktaya doğru hızla hareket ediyorsa, tahmin bile edemeyeceğin yanlışlar yapıyor. Herkesin yanlış yapma hakkı vardı ama ben hakkıma düşenden çok fazlasının altına imzamı attım. Her defasında arttırarak hem de. Belki de sahip olduğum tek süreklilik hata yapma konusundaydı. Ben hatalarımı düzeltmek için bile yanlış seçimler, saçma sapan destekçiler ve alışkanlıklar edindim. Aslında şu an bahsettiğim çoğu şeyi biliyorsun. Başıma gelen her şeyden haberin vardı biliyorum. Yanımda olmasan da haberimi alıyordun ve yanında ben yokken de, benim lanetim seni sarmaya yetiyordu. Özür dilerim… Ben sadece kendime zarar verdiğimi düşünürken bile doğruyu göremiyordum. Senden uzaktayken de seni üzebilecek kadar özelliğe sahiptim. Yeteneklerim bir şeyler yaratmaya değilde yok etmeye yarıyordu yani.

Evet, seni çok üzdüm, sahip olduğun tüm acıları, zamanla suratına işleyen tüm kırışıklıkları, saçlarına yavaş yavaş yağması gereken karları ben sana çok kısa sürede verdim. Ama inan seni çok sevdim, sahip olduğum her şeyden, bir zamanlar benim olan bahçeli evden, yıllar boyu hayallerimi süsleyen o tek kapı spor arabamdan, pahalı kıyafetlerimden, dostlarımdan, senin nefret ettiğin o tüm alışkanlıklarımdan ve kendimden çok seni sevdim. Peki, neden bu hale geldik? Neden zamanla birbirimizden bu kadar uzaklaştık? Sevmek yetmiyordu, bir şeyler yapmak lazımdı, sevdiğin uğruna bir şeyler yapmak. Ve ben yapamadım. Her gün kendime sorduğum soruların cevapları o kadar karmaşık ki, bulabildiğim tek cevap benim suçlu olduğum ve buralara gelmemize benim sebep olduğum.

  “Seneler akıp giderken bizden bir şey koparırlar.”

Dedim ya yıllar benden çok şey aldı. Bir çoğunu da ben verdim, çok çabuk vazgeçtim bir çoğundan. Oysa son nefesime kadar onlar uğruna savaşmam gerekiyormuş. Bunların çok geç farkına varabildim.

Arkamda bıraktığım şeylerden sonra yarım kaldığımı söyleyebilirim. İnsan çok sevdiği şeyleri ardından bıraktıktan sonra yeni şeylere alışamıyormuş. İstesemde buralarda sevecek bir şeyler bulamadım ya da onların özlemlerini bünyemde barındırırken yeni bir şeyleri sevemedim. Kısacası özlemlerimi bir türlü gideremedim.

Özlediğim o kadar çok şey var ki. Hangisinden bahsedeyim. Ama en çok bana yazdığın mektupları okumayı özledim. Teknolojiyi ne kadar kullansan da mektup yazma alışkanlığından hiç bir zaman vazgeçmedin. Sana göre duyguları anlatmanın en güzel yanıydı bu. Ve çok güzel mektup yazardın… Her harf, her kelime, kullandığın tüm o noktalama işaretleri sana benzerdi. Bilerek mi yapıyordun yoksa ben her şeyi sana mı benzetmeye çalışıyordum. Bilemiyorum. El yazın bir daktilodan dökülmüş kadar güzeldi. Benim el yazım ise bir ilkokul öğrencisinin yazmaya başladığı ilk gün ki kadar berbattı. Mektuplarına cevap olarak da mektup yazmamı isterdin. El yazımdan haz etmediğimi bildiğin halde bunu isterdin.

Bana yazdığın her mektuba er ya da geç cevap yazdım. Kimisine aylar sonra da olsa yazdım. Cevap yazmadığım tek mektubun son görüşmemizde bana verdiğin o mektup. Aslında onu daha okumaya bile cesaret edemedim. Hala kapalı zarfı ile çantamda duruyor. Yanında okumak istemiştim ama o gün yapamadım. Bu yüzden yanında okumak üzere yola çıkıyorum…

  Evet, eve dönüyorum…

Bu uzun ve sancılı yolculuğun son durağı bu izbe, en az benim kadar yalnız olan bu benzinci. Bu hikâye burada son buluyor ve yeni bir tanesi başlıyor.

Geride bıraktığım onca şey yerli yerinde bulabilecek miyim? Hayatlarından bir gecede çıktığım insanlar beni tekrar kabul edecekler mi? Peki ya döndüğümde her şey değişmişse? Korkuyorum yine, heyecanlıyım uzun zamandır hissetmediğim kadar ama en çokta üzgünüm, yüreğim burkularak dönüyorum. Seni görmeyi kaldırabilecek mi yüreğim bu kadar uzun zamandan sonra. Kafam karmakarışık, değişik duyguların hâkim olduğu bedenimle ben, hurdaya dönmüş arabamla yola koyuluyorum, İstanbul’a doğru…

Yavaş yavaş hava kararmaya başlıyor. İstanbul’a benzemiyor buradaki gün bitişleri. Daha lirik, daha kutsal gün batımları burada ve gün doğumları, aslında her şeyi. Burada Güneş’i kahverengi dağların, yemyeşil ovaların ya da tertemiz nehirlerin ardına bırakıyorsun. Çocukken çizdiğimiz o meşhur pastel boya resimlerde yaratmaya çalıştığımız yer burasıymış galiba. Gelmeden önce bilmiyordum bunu. Burası o kozmopolit yere hiç benzemiyor. Buralarda her şeyin bir sırası var, hepsinin ayrı bir güzelliği ve anlamı var. Tek başıma gecelerimi yıldızların altında geçirmeyeli ne kadar zaman olduğunu buraya gelene kadar bilmiyordum, çok uzun zaman olmuş. Ya da yıldızlara bakıp çocukluğumdaki gibi hayallere dalamamanın neleri kaybettirdiğini. Ben geçen her günde bir şeyler kaybettim. Daha doğrusu kaybetmişim, bunu da burada fark ettim. Bu yolculuk belki de benim “aydınlanmam” olarak adlandırılabilir. Çok uzun bir karanlığın peşinden gelen bir kibrit aydınlığı.

Hayat poker oyununa benziyordu bana göre. Kağıtlar karıştırılıyor ve işin kalanı şansa bırakılıyordu. Daha sonrası ise tamamen sana. Elindeki kâğıtları en iyi şekilde kullanıp, rakiplerini saf dışı bırakmayı amaçlıyordun. İşe yaramayacaklarını düşündüğün kâğıtlardan ise vazgeçip gerisini kader ya da şansa bırakıyordun. İkisi arasındaki farkı hala tam olarak bilemiyorum. Oysa ben iyi bir kumarbaz bile değildim. Hatta hayatımda hiç gerçek bir poker masasına oturmadım. Ama çok şey kaybettim bu oyunda, yani hayatta, daha da özelleştirmek gerekirse hayatımda.

Hava tam olarak karamadan yola koyulmalıyım artık. Bu bana benzeyen benzinciyi terk etmenin vakti geldi de geçiyor bile. Arabamı çalıştırıp, farlarını yakıyorum. Bir sigara daha yakıp, geldiğim istikametin tam tersine, bu sefer yolu uzatmadan evime yol almaya başlıyorum. Hava iyiden iyiye kararıyor. Ve ben karanlıktan çocukken de çok korkardım…

Hiçbir şey yapmayarak bile yorulabiliyormuş insan. Yani fiziksel olarak. Sadece ve sadece düşünmek bile her yanının ağrıdan sızlamasına, suratının o nefret ettiğim muşmula denilen tatsız tuzsuz meyve şekline dönmesine yetebiliyormuş. İnsanları gündelik hayatlarında güçlü ya da zinde kılan şey belki de sevdikleriydi. Akşam tüm yorgunluğu bir fincan kahvenin telvelerinin arasına gömmek, sonu hiç bir yere varmayacak muhabbetleri uzun uzun konuşmak ya da asla son bulmayacak tartışmaları tekrar tekrar yaşamak bile yetiyormuş. Ve ben bu saydıklarımdan yıllardır çok uzaktayım. Herkesten, her şeyden çok ama çok uzaktayım. Ve çok yorgunum…

O kadar yorgunum ki gözüme çarpan her far derin baş ağrıları bırakıyor bana. Şakaklarımdan ense köküme doğru son sürat giden baş ağrıları. Şakaklarıma dokununca orada bulunan damarın şiştiğini, ara ara nabzım ile birlikte tempo tuttuğunu hissedebiliyorum. Arada bir elim ile tüm gücümle damarımın üstüne yükleniyorum. Bir saniye için ağrılarım beni terk ediyor. Daha sonra ise bir Aborjinin attığı bumerang gibi tüm hızı ile kafatasıma saplanıyor.

Gözüm şeritlere takılıyor ara sıra. Uzun bembeyaz çizgiler ve kısa kısa kesikli çizgiler. Uzun çizgileri hayatımın bağlandığı pamuk ipliğine benzetiyorum. Tahminimden bile daha dayanıklıymış o iplikler. O kadar uğraşmama rağmen koparamadım. Kötüye bir şey olmaz lafı geliyor birden aklıma. Aptal aptal gülümsüyorum. Kesikli çizgiler ise bize benziyor, asla kavuşamıyor diğer çizgi ile…

Sanırım durmam gerekiyor. Baş ağrılarım hadlerini aşmaya başladı. Ense kökümden aşağıya doğru devam ediyor. Ama durmak istemiyorum daha fazla evimden ve sevdiklerimden uzakta geçirebileceğim saatlerim kalmadı. Hepsini hoyratça harcadım zamanında. Devam edip en kısa sürede boğaz köprüsüne varmalıyım ve üzerinden geçerken tüm camlarını açıp arabamın, kaçırdığım her parçasını ciğerlerime doldurmalıyım. Bir sigara daha yakıyorum. Uykumun, katlanılamaz hal alan bu ağrılarımın ve artık kronikleşmiş bu yorgunluğun gitmesini umut ederek.

Ne içtiğim sigaralar ne de radyoda dinlediğim yöre türküleri dikkatimi toplamama yetmiyor. Perdeleri çekiliyor göz kapaklarımın. Bu şekilde devam edersem sanırım eve yeşil renkli bir kamyonetin içindeki bir tabutla varacağım. Bu herhalde istediğim son şey olurdu. E tabi bir de beni nereye götürmeleri gerektiğini bilmeleri gerekecek. Yoksa buralardaki bir mezarlığa da defnedilme ihtimalim bir hayli yüksek. En yakın dinlenme tesisinde durmam gerek. Hem karnımda acıktı bir şeyler atıştırsam sanırım kaybettiğim bu sürenin kimseye bir zararı olmayacak. Hatta bana faydası bile olabilir şu an için.

Bir süre sonra bir tabela görüyorum. 5 kilometre ileride bir dinlenme tesisi olduğunu belirten işaretler ile bana doğru hızla yaklaşıyor. Tuvalet, Restaurant, Benzinci ve Park alanı işaretlerini seçebiliyorum. Bu da oraya kadar sürmeye devam edebileceğim anlamına geliyor.

Kısa bir süre sonra tesis gözüküyor..

Arabamı diğer arabalardan biraz daha uzak bir noktaya park ediyorum. Sanki insanlara yakın olursam sahip olduğum tüm sıkıntıları bulaşıcı bir hastalıkmış gibi onlara bulaştırabileceğimden korkuyorum. Paranoyalarım hat safhada.

İki adet otobüs var şu anda mola vermiş. Ve iki otobüs dolusu insan. Adamın biri otobüsleri yıkıyor. Bunu neden yaptıklarını anlayamıyorum. Yola çıktıktan 20 dakika sonra yine o eski haline dönecek otobüs. Temizlenen her yere yeni ölü sinekler ve kelebekler yapışacak. Sanırım insanlar binerken temiz görsünler diye bunca uğraş.

Yanından geçerken otobüslerin, yüzüme yağmur damlaları gibi su damlaları geliyor. Duruyorum tam o an. Yıllar önce yaptığımız otobüs yolculukları geliyor aklıma. Gece yolculuklarında omzuma düşen kafan rahatsız olmasın diye sen uyanana kadar kımıldamadığım yolculuklar geliyor. Bu kadar yorgunluğun üstüne bu hatıralar ağır geliyor. Göz yaşlarım hafifçe süzülüyor, yüzüm otobüsten gelen sulardan dolayı zaten ıslak. Bir süre kalıyorum olduğum yerde, ıslanmaya devam ediyorum. Ta ki muavin beni kibarca oradan kovana kadar.

Lokantadan içeri giriyorum. Çatal-kaşık sesleri ve ağır bir gürültü sarmış her yanını. Kasada genç bir kız oturuyor. Yaklaşıp istediklerimi söylüyorum. Kelimeler ağzımdan zorla çıkıyor. Parasını ödeyip siparişlerimin, herkese en uzak olan masaya oturuyorum.

O kadar çok tesiste durdum, o kadar çok kez konakladım ki bu yolculukta sayısını bilsen şaşırırsın. Ve her seferinde aynı yemeği yedim, belki de kendimi evimde hissetmemi sağlayan tek şey buydu. Evimden kilometrelerce uzakta iken ben kendimi bir tabak patlıcan oturtmasında, bir tabak şehriyeli pilavda ve bir kase yöre yoğurdunda buluyordum. İlk kaşığı hep gözlerimi kapatarak yedim, yediğim yemeğe, senin ya da annemin elinden çıktığını hayal ederek başlıyordum. Ama aynı tadı asla yakalayamadım, belki yüzlerce porsiyon yedim, onlarca farklı lokantada tattım ama birazcık bile olsun benzemiyordu benim aradığım tada. Fakat yoğurtlar hep bizim oradakilerden daha güzeldi ne yalan söyleyeyim. İstanbul’un o yoğurtluktan çıkmış bir nevi sütlü tatlı tadını almış pastörize yoğurtlarının yerine burada ekşi, taze ve nefis yoğurtlar yedim.

Saçmalıyorum galiba, yani buradaki yoğurttan sana ne? Ya da tadını bilsen ne olacak ki? Sanırım senle konuşmayı özledim, ne olursa olsun sana bir şeyler anlatmalıyım eskisi gibi, bu bir kase yoğurt bile olabilir, önemli değil. Sadece bir kez daha senle konuşabilmek için neleri feda etmezdim…

Yaptığım bu gece molalarına kendimce saçma sapan bir ad bile taktım. Yolculuğumun reklam aralarıydı bu molalar. Kısa aralardı, uzun sürmüyordu, sürdürmüyordum. Bazı geceler çantamdan eksik etmediğim fotoğraf albümüne bakıyordum sadece, yemek filan yemiyordum.

Yalnız kalma isteği sanırım sadece yalnız kalana kadar güzel geliyor insana. Gerçekle yüzleşince, yolda gördüğün her yüz sana yabancı gelince gerçeği fark ediyorsun.

Ve evet şu an yapayalnızım. Hayatta olduğumu bile bilen yakınlarım yok. Sadece öyle olmasını temenni ettiklerini zannediyorum. Beni bu kadar yıldan sonra gördüklerinde verecekleri tepkiyi merak ediyorum. Tanıyacaklar mı acaba? Hatırlayacaklar mı? Tekrardan beni hayatlarına dahil edecekler mi?

Bu kadar soru ve yorgunluk ile devam edebileceğimi zannetmiyorum. Bu dinlenme tesisinde yatacak bir yerler olmalı.

Kasadaki genç kıza yaklaşıp kalacak bir yer olup olmadığını soruyorum. Kapıdan çıkıp sola dönmemi, oradaki danışma ile konuşmamı söylüyor. Dediğini yapıyorum. Kapıdan çıkıp sola dönüyorum. Karşımda tek katlı bir yapı var. Uzunlamasına devam eden bir bina. Hemen girişinde danışma yazan odanın camından içeri bakıyorum. Açık bir televizyon, açık bir çekyat ve üzerinde filtresiz sigarasını içen bıyıklı, koca göbekli bir adam var. Yayın o kadar bozuk ki izlediği kanalın ne olduğu bile seçilmiyor. Cama tıklayınca birden irkiliyor. Kalkıp çekyattan, arkasına basmaktan çökerttiği ayakkabılarını ayağına geçiriyor. Tabi ki yine arkasına basıyor.

Bir oda istediğimi söyleyince, Sen kamyoncu değilsin diyor. Kamyoncu olmayana oda vermiyorlar mı diye düşünürken, şişman adam beni süzüyor gözünün ucuyla. Genelde kalanlar kamyoncudur diyor, sen benzemiyorsun. Bir süre lafladıktan sonra odaya geçiyorum.

Kapıdan girince tek kişilik bir yatak gözüküyor. Yanında ufak bir masa ile bir sandalye. Sağ tarafta ise lavabo kısmı. Yerde de bir elektrikli soba var. Oda bunlardan ibaret.

Yatağa yatıyorum, uykum var ama uyuyamıyorum. Aklımda o kadar çok şey var ki, uyumama izin vermiyorlar. Ama uyumasam da dinlenmek iyi geliyor. Bir saat kadar uzandıktan sonra kendime geliyorum. Uykum kaçıyor tamamen. Sigara içmek için kapıya çıkıyorum ama elimi cebime atınca o boş sarı paket ile karşılaşıyorum. Tekrardan yemek yediğim yere doğru yürümeye başlıyorum. Bir kaç saat önce otobüslerin yıkandığı yer şu an bomboş. Yerde otobüslerin giderken döktükleri yaşlardan dolayı oluşan su birikintileri var. Ufaktan market gibi bir şey var. İki paket sigara alıp odamın yolunu tutuyorum. Danışmadaki adam çay yapmış, televizyonu kapamış tek başına çay içiyor. O kadar güzel içiyor ki çayı, canım ölümüne çay çekiyor. Birden danışmaya doğru yöneliyorum. Kapıyı açıp fazladan bir bardak çayı olup olmadığını soruyorum. Anadolu insanın o sıcak ve misafirperver kişiliğinden geliyor bu densiz hareketim. Ve almayı beklediğim cevabı alıyorum. Hemen bir bardak çay dolduruyor bana. Onun da canı sıkılmış belli ki. Buralarda ne aradığımı soruyor. Bir süre duruyorum, cevabını benim bile tam bilemediğim bu soru tüm yolculuk boyunca peşimi bırakmadı. İki kelime konuştuğum herkes bunu sordu bana. Duraklamamdan olacak o da anlıyor, geçiştirmeye çalışıyor. Bazı cevaplar arıyorum diyebiliyorum sadece. Kamyoncuların pek konuşkan olmadıklarından şikayet ediyor. Aslında bende pek konuşkan değilim ama beni onlar ile aynı kefeye koymuyor. Benim gibilerin çok nadir geldiklerinden bahsediyor. Benim gibi derken acaba neden bahsediyor diye düşünüyorum. Benim gibi kaybedenlerden mi? Benim kadar yalnız ya da mutsuz insanlardan mı bahsediyor?

Çay ve sigara eşliğinde uzun uzun konuşuyoruz onunla. Saat epey ilerledikten sonra çay ve sohbeti için teşekkür edip odama çekilmek üzere adımlarımı atarken arkamdan sesleniyor. Aramana gerek yok diyor. Duruyorum birden ve dönüp neyi diye soruyorum istemsizce. Bıyık altı gülüyor. Cevapları diyor, aramana gerek yok. Onlar zaten sende, sadece kendine dönüp bakman gerekiyor diyor. Sözü biter bitmez tabakasından bir tane daha filtresiz sigara çıkarıp muhtar çakmağı ile yakıyor.

Anadolu toprakları tarih boyunca bir çok felsefe adamının doğduğu ve yaşadığı topraklardı. Ve onların nesilleri hala bu topraklarda. Ufak bir gülümseme bırakıp olduğum yere odama geçiyorum. Bu uzun zamandır ilk gülüşüm oluyor.

 

*Birinci Bölümün Sonu...

No comments

Leave a reply

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: